«

Bu çalışmada Ali Suavi’nin ‘’Hive’’ adlı eserinin tetkiki yapılacaktır. Ayrıca Ali Suavi’yi böyle bir kitap yazmaya iten sebepler bulunmaya çalışılarak bunların üzerinde durulacaktır. Onun genel fikirlerine de yer verilerek zihin yapısı irdelenmeye çalışılacak ve Osmanlı aydınları arasında onun bu konulara ilgi duymasına sebep olan faktörler üzerine gidilecektir. Ve buradan genel bir çerçeve çizilmeye çalışılacaktır.

ali suavi hive

Ali Suavi’nin Hayatı ve Kültür Çevreleri

(1839-1878) Siyasi mücadele ve fikir adamı, gazeteci, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyesi ve ilk Türkçülerden.
1255 yılı Ramazanında (Kasım 1839) İstanbul’da Cerrahpaşa’da doğdu. Çankırı’dan gelerek İstanbul’a yerleşmiş, geçimini kâğıtçılıkla sağlayan, Hüseyin Ağanın oğludur. Ali Suâvi’nin tahsile ne zaman, nerede ve nasıl başladığı kesin olarak bilinmemekle beraber Ulûm gazetesinde bir kısmı yayımlanan “Yeni Osmanlılar Tarihi” adlı hatıratında verdiği bilgilere göre Dâvud Paşa Rüşdiyesini bitirdikten sonra Bâb-ı Seraskerde Dersaadet Yoklama Kalemi’ne girdi ve burada iki üç yıl kadar kâtip olarak çalıştı. Adet olduğu üzere bu sırada cami derslerine de devam etti. Muhtemelen Sami Paşa’-nın Maarif nazırlığı sırasında açılan bir imtihanı kazanarak Bursa Rûşdiyesi’ne muallim oldu (1856) Fakat bazı uygunsuz davranışları dolayısıyla halkın şikâyeti üzerine bir yıl sonra ayrılmak zorunda kaldı. 1858 yılında Simav’daki rüşdiyede ve Kurşunlu Medresede hocalık yaptı. Kendi ifadesine bakılırsa on sekiz yirmi yaşlarında hacca gitti. Dönüşünde Sami Paşa’nın aracılığıyla Sofya’da ticaret mahkemesi reisliği Filibe’de rüşdiye hocalığı ve tahrirat müdürlüğü yaptı. Azledilince tekrar İstanbul’a döndü. İstanbul’da bir yandan, başta Sami Paşa olmak üzere şehrin o zamanki fikir muhitlerini teşkil eden bazı paşa konaklarına devam etmeye, bir yandan da Şehzadebaşı Camii’nde vaazlar vermeye başladı (1866) Henüz Muhbir’e yazı yazmaya başlamadan önce dinî ilimlerdeki vukufu ile dikkati çeken Ali Suâvi aynı zamanda kuvvetli bir hatipti ve kendisini dinleyenleri kolayca tesir altına alabiliyordu. Adı ve şöhreti kısa zamanda bütün şehirde duyuldu ve yayıldı.

1867 yılı başında yayın hayatına giren Muhbir gazetesinin yazar kadrosunda yer alan Ali Suâvi, gazetede devrin çeşitli siyasî ve sosyal meseleleriyle ilgili makaleler neşretmeye başladı. Daha sonra “Yeni Osmanlılar Tarihi’nde bu konuda. “Bu işe parmak sokmaktan asıl muradım, vatanımız gazetelerinin köhne inşâlarını ve mu’tâd-ı kadîm üzre bî-ma’nâ sitayişlerini bozmak idi. Hem lisanı bozdum, hem de memleketimize hürriyet-i aklâm soktum” diyerek gazetede devrinin yazı dilinde değişiklik yapmak bakımından oynadığı role işaret eder. 21 Şubat 1867 tarihli Muhbirde, o sırada henüz gizli olan Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin hâmisi durumundaki Mustafa Fâzıl Paşa’nın Mısır meselesi münasebetiyle Sultan Abdülaziz’e hitaben Belçika’da Nord gazetesinde neşredilen Fransızca mektubunun tercüme edilerek yayımlanması, aynı mektubun iki gün sonra Nâmık Kemal tarafından Muhbirden iktibas edilerek geniş bir yorumla Tasvîr-i Efkâr’da yer alması üzerine, gizli cemiyetten hükümetle birlikte az çok efkârı umumiye de haberdar oldu. Bunun hemen arkasından Ali Suâvi’nin Belgrad Kalesi’nin düşmesi ve Mısır meselesi hakkında Âlî Paşayı şiddetle tenkit eden bir makalesi üzerine, meşhur sansür nizâmnâmesi Kararnâme-i Âlî çıktı. Ardından 32. sayıda Muhbir hükümet tarafından bir ay süreyle kapatıldı. Nâmık Kemal Erzurum vali muavinliğine, Muhbirde yazan Ziya Paşa Kıbrıs mutasarrıflığına tayin edilirken Ali Suâvi de Kastamonu’ya sürüldü. Ali Suâvi Kastamonu’da iki buçuk ay kadar gözetim altında kaldı; Mustafa Fâzıl Paşanın ısrarlı daveti üzerine gizlice oradan ayrılarak İstanbul’a geldi ve Courrier d’Orient gazetesinin sahibi Jean Pietri’nin yardımıyla Avrupa’ya kaçtı. Mesina’da buluştuğu Nâmık Kemal ve Ziya Paşa ile önce Paris’e gitti. Cemiyetin aldığı karar doğrultusunda neşriyat yapmak üzere bir süre sonra Londra’ya geçerek orada, “Muhbir doğru söylemek yasak olmayan bir memleket bulur, yine çıkar” ibaresiyle Muhbir’l tekrar neşre başladı. Ancak daha ilk sayıdan itibaren gazetenin, “Avrupa’da muvakkaten ikamet eden ve memâlik-i Osmâniyye’nin maârif-i terakkîsine çalışan bir cem’iyyet-i İslâmiyye tarafından çıkarıldığı şeklindeki ilândan başlayarak bazı aykırı ve geçimsiz hareketleri sebebiyle cemiyet mensubu diğer arkadaşlarıyla kısa zamanda arası açıldı. Bu arada onun tesirini ortadan kaldırmak üzere Nâmık Kemal ve Ziya Paşa tarafından yine Londra’da Hürriyet gazetesinin yayımına başlandı. Bir yandan, şahsı hakkında Muhbir’de çıkan itham edici bazı yazılar dolayısıyla Âlî Paşa’nın Londra sefareti vasıtasıyla yaptığı baskı, öte yandan bu sırada Fransa ve İngiltere’yi ziyaret eden Sultan Abdülazizle anlaşıp İstanbul’a geri dönen Mustafa Fâzıl Paşa’nın maddî desteğinin kesilmesi üzerine 50. sayıda gazetenin yayımına son vermek zorunda kaldı. Ali Suâvi’nin 1876′da İstanbul’a dönünceye kadar kaldığı Paris’te kimlerle ve hangi çevrelerle ne gibi münasebetlerde bulunduğu yeterince bilinmemektedir. Ali Suâvi’nin 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı Meclis-i Meb’ûsan’ın kapatılması gibi memleketin kaderini değiştiren bazı önemli olayların cereyan ettiği bu tarihten ölümüne kadar geçen süre içinde ne yaptığı yine kesin olarak bilinmemektedir. B. Lewis, onun bu sırada Üsküdar Komitesi adıyla gizli bir cemiyet kurduğunu ileri sürerken başka araştırmacılar İngiliz ve Ruslar’la sıkı münasebette bulunduğunu iddia etmektedirler. 20 Mayıs 1878 günü, 93 Harbi yüzünden Balkanlar’dan İstanbul’a gelmiş Filibeli muhacirlerden topladığı yaklaşık 250 kişilik bir grupla Çırağan Sarayı’nı basarak büyük bir ihtimalle II. Murad’ı tekrar tahta çıkarmak isterken, Beşiktaş Karakolu muhafızı Hasan Ağa tarafından başına sopa ile vurulmak suretiyle öldürüldü. Ali Suâvi veya Çırağan Vak’ası denilen bu olay üzerine sonraları birçok araştırma yapılmış olduğu halde, hareketin başarısızlığa uğraması dolayısıyla evindeki bütün evrakın karısı tarafından imha edilmesi yüzünden olay hâlâ tam olarak aydınlanamamıştır. Hayatı gibi ölümünün de perde arkası gizli kalan Ali Suâvi’nin, hangi gaye uğrunda olursa olsun, II. Abdülhamid’e karşı II. Murad’ı yeniden tahta çıkarmak isterken can vermesi, bir süre sonra Jön Türkler tarafından millî bir kahraman olarak benimsenmesine ve bayraklaştırılmasına yol açmıştır.

Tanzimat sonrası yazar ve fikir adamlarının büyük bir kısmı kültürlü ve zengin ailelerden geldikleri halde Ali Suâvi halk tabakasından çıkmış ve kendi kendisini yetiştirmek suretiyle edebiyat ve kültür çevrelerinde yer almıştır. Klasik bir medrese tahsili ve düzenli bir eğitim görmeyen Ali Suâvi felsefeden filolojiye, tarihten coğrafyaya, edebiyattan politikaya, sosyolojiden iktisada ve dinî ilimlere kadar birçok konu ile meşgul olmuş tam manasıyla bir “Ansiklopedist” şahsiyettir. Devrin diğer yazar ve fikir adamlarının çoğu gibi o da Osmanlı birliğine inanmış ve daha çok ittihâd-ı İslâm ideolojisini savunmuştur. Büyük ölçüde Şark kültürüyle yetişmiş olan Ali Suâvi, çok sathî de olsa Batı kaynaklı bazı yeni fikirleri öğrendikten sonra kendine göre bir terkip yapmaya çalışmış, bu arada Türkçü görüşler de ileri sürmüştür. Makale ve kitapları dikkatle incelendiğinde insicamlı bir kafaya sahip olmadığı görülen Ali Suâvi’nin hayatında olduğu gibi savunduğu fikirlerde de birçok tezatlar vardır. Gençlik yıllarında camilerde halka ateşli vaazlar veren, bir ara “Muhaddis” olarak tanınan, hatta Avrupa’da bulunduğu sırada bile başından sarığını çıkarmayan Ali Suâvi, meselâ “Yarım Fakih Din Yıkar” gibi bazı makalelerinde, devlet idaresinde din ile dünya işlerinin birbirinden tamamen ayrılması gerektiğini savunarak laikliği müdafaa eder. Ali Suâvi’nin el attığı diğer konularda olduğu gibi tarih ve özellikle eski Türk tarihi hakkındaki görüşleri de oldukça sathî ve dağınıktır. İlk planda Comte de Gobineau ile Arthur Lumley Davids’in tesiri altında Türk tarih ve medeniyetine eğilmesi, Türk ırkının dünyanın en eski ve medenî ırklarından biri olduğunu iddia etmesi, daha sonra haklı olarak Türkiye’de Türkçülük cereyanını başlatanlar arasında sayılmasına sebep olmuştur. Meşhur “Türk” makalesinde Türk ırkının tarih sahnesinde İskitler, Hunlar, Tukyular. Hazarlar, Uygurlar ve Osmanlılar adıyla önemli roller oynadıklarını belirterek Türkler’in zihnî ve fikrî faaliyetleriyle Osmanlılar’ın ilme yaptıkları belli başlı hizmetler üzerinde durur. Ona göre Türk ırkı askerî, medenî ve siyasî rolleri bakımından bütün ırklardan üstün ve eski bir ırktır; dünya kültür tarihinde en büyük rolü Türkler oynamış ve özellikle İslâm kültürünü onlar meydana getirmişlerdir. Ali Suâvi’nin özellikle Orta Asya ile ilgili yazılarında Rus tehlikesine dikkat çekmesi ve bunun İslâmiyet’e ve Türkler’e vereceği zararlar üzerinde ısrarla durması oldukça önemlidir. Bilhassa “Lisan ve Hatt-ı Türkî” adlı geniş makalesinde Türk dilinin dünyanın en eski ve mükemmel dilleri arasında yer aldığını belirterek, “Osmanlıca” tabirinin ise siyasî bir muhteva taşıdığını söyler. Bu yüzden Türk diline “Lisân-ı Osmânî” demenin yanlış olduğunu ileri sürenlerin başında yine o gelmektedir. İlk makalelerinden itibaren gazetelerin halkın anlayabileceği sade bir dil kullanması gerektiği üzerinde de duran Ali Suâvi. bütün bunların yanı sıra Arap harflerinin bırakılarak Latin harflerinin kabul edilmesini, ilim terimlerinin de Latince’den alınmasını teklif etmiştir.

Temelde dinî bilgilerle yetişen Ali Suâvi. aynı nesle mensup diğer arkadaşlarından farklı olarak, ele aldığı birçok konuyu dinî açıdan değerlendirmiştir. Gerek yaşarken gerekse ölümünden sonra adı etrafında büyük gürültüler kopmasına, Avrupa’da kader birliği ettiği en yakın arkadaşlarına varıncaya kadar lehinde ve aleyhinde değişik itham ve iddialarda bulunulmasına rağmen, 1. Meşrutiyetten sonra ilk Türkçüler’den küçük bir grup dışında, diğer Tanzimat sonrası yazar ve fikir adamları gibi eserleri ve fikirleriyle sonraki nesiller üzerinde uzun süreli bir tesiri olmamıştır.

Hive Fi Muharrem 1290

Rusya’nın Orta Asya’daki bir müslüman Türk hanlığı olan Hîve’yi zapta hazırlandığı bir sırada kaleme alınan bu eserde Ali Suâvi, Osmanlı Devleti’nin bu Türk hanlığı ile tarih boyunca iyi münasebetler kurmamış olmasını tenkit ederek devleti bu meseleye müdahale etmeye davet etmiş.

Eserin yeni harflerle de bir baskısı vardır: Ali Suâvî’nin Hive Hanlığı ve Türkistan’da Rus Yayılması.

Bu eser 1873’te Paris’te Fransızca olarak ‘’Le Khiva en Mars 1873’’ adıyla yayınlanmıştır.

Ali Suavi’de Rus meselesi fikrisabittir. Muhbir ve Ulum’da ağırlıklı olarak Rus yayılmacılığına dikkat çekmiştir. Ali Suavi’nin bu eseri yazmasındaki temel amaç kendi iç problemlerinden dolayı Doğu’daki Müslümanları ihmal etmiş olan Osmanlı yönetimini uyarmaktır. Suavi’nin dış Türklerle ilgilenmesi Hive’den önce Muhbir’de ‘’Çin-i Garbide Müslüman Türkler’’ adlı tefrikayla 1868’de başlamıştır. Ali Suavi bu bölgelerle hem Türk hem müslüman hem de Sünni oldukları için ilgilenmiştir. Nitekim Hive’nin mukaddimesi şöyledir: ‘’Hive ki bugünkü günde Asya-yı vustada ondan başka İslam, sünni hanlık kalmamıştır. Artık böyle bir kıtanın ahval-i hazırası İstanbul’da ve bilcümle memalik-i İslamiyyede mechul kalmak layık olmaz. ‘’


Hive Fi Muharrem bir mukaddime ve iki bölümden oluşmaktadır. Girişte, Rusya’nın 18.asrın başından itibaren Hive üzerindeki emelleri ve yaptığı askeri harekatları, Aral Gölü’nün doğusu ile Hazar Denizi’nin güneydoğusunu ele geçirmesini, İngilterenin de başta Afganistan olmak üzere bölgeyi ele geçirme planlarından bahsetmektedir. Yazar, Rus çarı Deli Petro’nun ‘’Bir kere Hive’yi alırsak, diğer ülkeler de bizim olacaktır.’’ Sözüne ilk sayfada yer vermiş ve Petro’nun asıl niyetini şöyle açıklamıştır: ‘’Petro’nun tek düşüncesi Hazar Denizi’nde gemiler inşa ettirerek Hive ve Ceyhun’u almak suretiyle Hindistan yolunu Rusya’ya açmak idi.‘’


Birinci bölüm, ‘’Rusya’nın Asya-yı Vustada Terakkisi’’ başlığını taşır. Rusya’nın 1865’ten beri bütün bölgeyi elde etmek için yavaş yavaş ilerlediğini, Rusya ile İngiltere’nin bölgeyi nasıl bölüştüklerini anlatan yazar özellikle Yakup Han’ın mücadelesi üzerinde durmuş. Hokand, Buhara, Kaşgar Türk-İslam Hanlıkları hakkında bilgi verir.


Ali Suavi; Rusya’nın başarısını kararlığına bağlamış ve Osmanlı politikasını tenkit etmiştir. ‘’Rusya bir kere tutmuş olduğu mesleği bir daha bırakmayıp, seneler asırlar geçse çarları memurları değişse de hero zaman o siyaseti takip eder’’ der. ‘’Bizim devlet ise bunu tam aksinedir. Bir sadrazam gelir şöyle yapar. Sonra başkası gelir kendinden öncekinin yaptığını bozar onun yerine gelen de onun yaptığını değiştirir. Takip edilen yol devamlı olmayıp her gelen bir türlü helva yer. Devam ve sebat yoktur. Var kıyas eyle! ‘’der.
Eserde Ruslarla İngilizlerin işgal ettikleri topraklarda Müslümanların hukukuna saygı gösteriyor görünerek onlar üzerinde hakimiyet kurdukları vurgulanmış. Ali Suavi meseleye genelde müslümanların birlik ve irtibatı yönünden bakmaktadır. ‘’Bir kere Rusya bu vechile İngiltere ile hem-hudud oldu mu artık oradan Şark ve Garp Müslümanlarının irtibatı kesilir bir harita alıp bakınız. Mağribde Okyanus kenarından yani Fas’tan şarka doğru bir hat üzerinde Çin’e kadar bütün islam idi. Acem devleti birkaç asırdan beri bir iki milyon nüfus ile şialık bid’atını mezhep edinip ve ayrıca bir din gibi sünnet ve cemaaatten ayrılıp İran denilen kıt’a ile bir hatt-ı fasıl çekmiş ve bir iki yüz milyon İslamı birbirinden ayırmak gibi tarihlerin lanetleriyle yad edecekleri meslek-i tefrikte bulunmuş idi.Şimdi de bu hudut ile Rusya ve İngiltere ikinci bir hatt-ı Fasıl çekecek.

İkinci bölüm, Hive Hanlığının tanıtılmasına ayrılmış ve daha uzun tutulmuştur. Hanlığın tarihi, coğrafyası, ekonomisi, nüfusu ayrıntılı olarak işlenmiştir. Hanlığın tarihinin ilk dönemlerini yazar Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakkime’sinden almıştır.

Eserin sonuç bölümünde ise; Ali Suavi Müslümanların duygularına şöyle hitap etmektedir: ‘’Fransızlar 1860’da Suriye’de katolik kardaşlarına gadar olacakmış diye ayaklandılar. Sonra ‘’partirnamesi’’ni çalarak Beyrut’a asker çıkardılar. İngilizler 1868’de bir iki nefer vatandaşını Habeşistan’daki hapisten kurtarmak için asker sevketti.


Bir zamanlar Müslümanlar da öyle yapmışlardı. Amuriye’de tutsak düşen ve kurtulmak için yardım isteyen bir müslümanın yardım çağrısı Bağdad’a ulaşınca seksenbin kişilik bir ordu onu kurtarmak için Anadolu’ya gitmişti.


Osmanoğulları da Kırım Savaşı’na kadar hep din kardeşlerinin iniltilerini işitirdi. Hatta böyle bir savaşta dahi Kandahar ve Kabil karışıklığına silah kuvvetiyle müdahalede bulundu. Fakat o zamandan beri iş değişti. Şimdiki halde camilerde ve medreselerde kitaplarını okuyup bir iki sözlerini bellemekle övündüğümüz bilginlerin vatanları olan Maveraünnehir’i Rusya istila etti. İstanbul olaya üzüntülerini bile gösteremedi.


İşre Orta Asya’da yalnız bir Hive hanlığı kalmıştı. Onu yıkmak için Rusya oraya askerini gönderdi. Bizim milletimizden ve soyumuzdan olan Türk-Müslümanlar acaba şimdi ne durumdalar ? Kimse işitmek bile istemiyor.


Benim gibi elinden birşey gelmeyen bir kimse ne yapabilir ? Bu bakımdan tarihini, Anadolu Türkleri ile arasında geçen ve şimdi de var olan ilişkilerin hiç olmazsa unutulmaması için bütün bildiklerimi yazdım. Bu yazdığımdan fazla Hive’nin başına ne gelirse okuyanlar bu kitabın sonuna eklesinler…ALİ SUAVİ’’

Ali Suavi’nin Türkçü Görüşleri

Ali Suavi, yaşadığı dönemim sosyal ve siyasi olayları ile yakından ilgilenen bir çeşit din adamı görünümü de verir. Cami kürsülerinde halk kalabalıklarını ülkenin gidişatı konusunda uyaran, aydınlatan yazar dili ile kalemini beraber konuşturmuştur. Devletin gerileyişi ve çöküşü onun iç huzursuzluğunun temel sebbepleri arasındadır. Dışta ise; Avrupa’nın gelişmesi, Rönesans ve reform hareketleri, Fransız Devrimi ile gelen milli egemenlik ve milliyetçilik, Çarlık Rusya’nın politikası onu bu konulara kafa yoran biri haline getirmiştir. Bu yıpratıcı düşünceler onu ölüme götürmüş ve düşüncelerinin kurbanı olmuştur.


Onun düşüncelerine etki eden kültür çevrelerinden ilki ailesi olmuştur. Haksızlıklara tahammül edememesini babasından almıştır. Hadis ilmini sevdiren Arapça okuduğu rüştiye olmuştur. Sami ve Abdurrahman Paşaların konaklarındaki çevre onu Batı’yı görmeden Jön Türk yapmıştır. Ona kültür çevresinden bulaşan Batı hayranlığı onu önce Avrupa’ya sonra da İngiliz Marie Stewar Lugh ile 1867’de hem şeriat hükümlerine hem de Anglikan kilisesi’nde evlenmeye kadar götürmüştür.


İlk Türkçüler grubunun son halkasını oluşturan Ali Suavi Türkçülük fikrini en açık şekilde benimseyen fikir adamıdır. Osmanlı aydınlarının savunduğu Osmanlılık fikrini reddederek Türklük fikrini savunan Ali Suavi, bu düşüncelerini yazdığı “Hive Tarihi” ve “Türk” adlı eserlerinde açıkça dile getirmiştir. Bir müddet sonra fikirlerini daha da geliştiren Ali Suavi, “Muhbir” ve “Ulum” dergilerinde yazdığı yazılarda “İslamlaşmak, Modernleşmek ve Türkleşmek” prensiplerini savunmaya başlamıştır. Ali Suavi’ye göre her şey, Türk ruhuna, vicdanına, Türklük şuuruna ve ülküsüne aracılık eden unsurlardır.


Ali Suavi’nin, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış meseleleri üzerine yazdığı yazılarında ve kimi kitaplarında Türk kültür ve tarihine yakın ilgisi, onun ilk Türkçüler arasında sayılmasına gerekçe oluşturmuştur. Ancak onu kimi yazılarıyla değil de, bütünlüklü olarak ele alan araştırmacılar, İslamcı kimliğinin ön planda olduğunu hep vurgulamışlardır. Ali Suavi’nin ilmi yazılarında Türklükten, tarih ve coğrafya alanı olarak da Osmanlı dışındaki Türklerden bahsedilmesi onun Türkçülük hareketinin de başlangıcına oturtulmasına gerekçe oluşturur (Okay 2005, 45). Tanzimat dönemi edebiyatının daha ilk yıllarından itibaren Ahmet Vefik, Mustafa Celâleddin ve Süleyman Paşa’larla Ali Suavi’nin daha çok tarihi bilgilerin ışığı altındaki çalışmaları da nazari Türkçülüğün ilk adımları sayılmıştır (Okay 2005, 156). Tanpınar, Türkçülük hareketinin hiç olmazsa bir tarafında yer alan Suavi’yi, milli tarih açısından bir yol açıcı olarak görür. Suavi, “Türk” başlıklı makalesinde milli tarihin birliğini görür, tarihin sadece bir zafer ve istilalar zincirinden ibaret olmadığını göstermeye çalışır (Tanpınar 1988, 244). Söz konusu yazısında, Türk ırkının tarih sahnesinde İskitler, Hunlar, Tukyular, Hazarlar, Uygurlar ve Osmanlılar adıyla önemli roller oynadıklarını belirterek, Osmanlıların zihni ve fikri faaliyetleriyle ilme yaptığı belli başlı hizmetler üzerinde durur. Suavi Türkçülüğü kültürel düzeyde benimser, ama ulusçuluğu reddeder, siyasette İslamcılığı tutar görünmek ister ve İslam kardeşliği ile çok daha fazla ilgilidir (Mardin 1996, 412)


Köprülü’ye göre Suavi’nin, Türklerin eski bir medeniyete sahip olduklarını ve “İslam ilimlerinin terakki ve inkişafına yardım ettiklerini” ileri sürmesi, onun “milli bir şuura yabancı olmadığını” göstermektedir.
Suavi’nin Hive Fi Muharrem 1290 adlı kitabı, “Türk halk efkarının ortada yaşayan soydaşlarının kaderiyle ilgilenmesini sağlayan ilk yayınlardan” biri sayılabilir. Eserin 51. sayfasında geçen “Türkmen ve Oğuz ve Özbek hep bir Türk familyasından idiler” ibaresinin yazarı Osmanlı Türklerinde Türklük şuuru uyandıran biri haline getirdiği söylenebilir. Banarlı’ya göre onun ‘’Türkoloji‟ye temas eden ve Türkoloji’ye ait yazılarında milliyetçi bir zihniyet” vardır. Hatta o “birinci sınıf Türkçüler arasında yer alabilecek bir faaliyet” göstermiş, “pantürkizmi hedef” tutmuştur (Banarlı 1987, 1072).


Suavî, diğer Yeni Osmanlılar gibi, hem “ittihad-ı anasır”ı hem de “ittihad-ı İslam” ile birlikte bir de Türklük fikrini savunur. Onun Muhbir ve Ulûm‟daki ‘’Türk’’ makaleleri dışında Türk ırkı ve tarihi ile ilgili müstakil makaleleri yoktur. Ancak “Mesele-i Muteferrika” başlığı altında, birkaç satırla o günkü Türk devletlerine temas edilmiş daha doğrusu Türklerin idare ettiği devletler sıralanmıştır. Mardin‟e göre Suavi’nin “Türk”
kelimesini sık kullanması ve Orta Asya meselesine önem vermesi nedeniyle ilk “Türkçü” olarak nitelemek yanıltıcıdır. Ancak gerçekten onun dikkatini Orta Asya’da olup bitenlere çekecek olaylar yaşanıyordu ve hem oradaki Türk hanlarının Rusya’ya karşı yardım talepleri Babıali’de herkesçe bilinmekteydi, hem de Rusya’nın bu konudaki politikası Avrupa basınında tartışılıyordu.

Suavi de Batılılaşma dönemindeki birçok aydın gibi eksik gördüğü her şeyi adeta bir anda
yakalama, elde etme acelesi ve telaşı vardır. Bu yüzden o derinleşmeden sık sık değişik konulara atlar, yazmaya teşebbüs ettiği birçok konuyu yarıda bırakıp diğerine geçer. Ben de eserini okuduğumda bu tavrı hissettim. Topluma aynı anda herşeyi öğretmek kaygısıyla Ali Suavi de eklektik aydınlar kapsamına dahildir. Bazı kusurlarına rağmen muhaliflerinin onun ölümünden sonra yönelttikleri suçlamaları veya onun İngiliz ve Rus ajanı olduğunu ispatlayacak belgeler günümüzde mevcut değildir. Ancak bazı yayınlarda olduğu gibi, Suavi’nin adeta bir aziz, kusursuz ve çelişkisiz bir insan olarak tanıtılması, bazı peşin yargılara göre değerlendirilmesi de objektiflikten uzaktır.

Sonuç itibariyle o Türkler ve Türklük ile ilgili iki önemli makale, bir kitap yazmış, çalışmalarının bazı pasajlarında da konuya yer vermiştir. Türkistan’a olan ilgisi oraya gitmiş olmasından kaynaklanmaz. Sadece Türk ve İslam Dünyasının içinde bulunduğu duruma dikkat çekmek istediği için böyle bir eser kaleme almıştır. Araştırmalarım sonucunda kesin olan bir şey varsa o da Suavi’nin bu bölgelere Osmanlıyı ilgilendirdiği ölçüde yaklaşması ve bir şekilde Osmanlı menfaatini düşünmesidir. Buralara herhangi bir Türk birliği gözüyle bakmamış. İddia edildiği gibi “İlk Türkçü” ya da tamamen Türkçü değildir. Türk milletinin varlığına ve değerlerine yapılan saldırılara karşı Türkleri Avrupa’ya karşı “savunucu bir tarzda” ele almıştır. Bunun kanıtı olarak eserini Osmanlı ülkesinde değil de Fransa’da yayınlamasını gösterebiliriz.

Sueda Kapusuz

Kaynakça
ABBASLI Nazile, Ali Suavi’nin Düşünce Yapısı, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2002.
ÇELİK Hüseyin, Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul 1994.
DOĞAN İsmail, Tanzimat’ın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi (Sosyo-Pedagojik Bir
Karşılaştırma), İz Yayıncılık , İstanbul 1991.
KUNTAY Mithat Cemal, Sarıklı ihtilâlci Ali Suavi, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1946.
MARDİN Şerif, “Tanzimat ve Aydınlar”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C.I. İletişim Yayınları, İstanbul 1995.
DANİŞMEND İsmail Hami, Ali Suâviʼnin Türkçülüğü, Vakit Matbaası, 1942.

Talha Aygün Hakkında

Talha Aygün

Tarih ile ilgili makaleler yazan birisiyim.